Beğen 1

ŞEYHİ BİYOGRAFİSİ

seyhiŞeyhî’nin mahlası hakkında fikir yürüten bir kısım kimseler, şâirin şeyh olabileceği yönünde açıklamalarda bulunuyorlarsa da bu görüş ilim dünyasında pek itibar görmemiştir. Esasen tabiplik ve attarlık mesleğiyle iştigal edip, maişetini bu yolla kazanan Şeyhî’nin şeyh olması da akla uzak bir ihtimaldir.

On beşinci asrın en önemli edebî kişiliklerinden birisi olarak kabul edilen Şeyhî, Germiyanoğulları Beyliği’nin sınırları dâhilinde yetişmiş, etkili bir şâir ve büyük bir sanatkârdır. İsmi hakkında kesinleşmiş bir malûmat bulunmamakla birlikte, birçok kaynakta adı “Yusuf” olarak kabul edilmektedir. Lâkin bunun yanında isminin “Sinan” olarak zikredildiği kaynaklar da azımsanmayacak kadar çoktur.

Kaynakların büyük çoğunluğu, Çelebi Mehmed’i tedavi ettiği yıllarda şâirin kırklı yaşlarda olduğu hususunda hemfikirdir. Bu tahmine göre şâirin 1370’li yıllarda doğmuş olabileceği sonucu ortaya çıkmaktadır.

Tabib olması münasebetiyle “Hekim Sinan” olarak anıldığı da kesinleşmeyen söylentiler arasında bulunan Şeyhî, ilk eğitimine devrinin kültür merkezlerinin başında gelen Kütahya’da başlamış ve rivayetlere göre bu arada kendisi gibi meşhur bir şâir olan Ahmedî’den ders okumuştur. Mevcut tezkirelerin bildirdiğine ilk eğitimini tamamladıktan sonra ilmini artırmak ve öğrenimini tekmil etmek için genç yaşta İran’a hicret etmiştir. Uzun bir müddet burada kalıp tıp, tasavvuf, ecza ve hikmet gibi ilim dallarında eğitim alan Şeyhî, Sehî Bey tezkiresine göre bu yıllarda Seyyid Şerif-i Cürcânî ile sınıf arkadaşı olmuş, ondan istifade etmiştir.

İran dönüşü sırasında, Şeyhî’nin Ankara’ya uğrayarak Hacı Bayram-ı Velî’ye intisap ettiği ve bu münasebetle “Şeyhî” lâkabını aldığı, kendisi hakkında kaynaklarda geçen rivayet­ler arasındadır. Memleketine döndükten sonra Germiyan’da bir attar dükkânı açıp tabipliğe başlayan şâir, evvelâ Germiyan Beyi 2. Yakub’un hizmetine girmiş, daha sonra Süleyman Şah’ın saltanatı döneminde, Germiyan’ın Osmanlılara düğün hediyesi olarak verilmesi üzerine Çelebi Mehmet ve daha sonra 2. Murad’a intisap etmiştir. Fakat onun en fazla temasta bulunduğu şahıs, şüphesiz Germiyanlı Yakub olmuştur. Germiyanlı Yakub’a tercî-i bendler sunduğu bilinen şâirin Yakub Bey’in tabibi olduğu konusunda bütün kaynaklar hemfikirdir.

Çelebi Mehmed döneminde, Karaman seferi sırasında sultanın Ankara’da rahatsızlanması üzerine çağrılarak tedavisinde başarı göstermesi üzerine Şeyhî’ye Tokuzlu köyü tımar olarak verilmiş ve bir başka rivayete göre sultanın hususi tabipliğine tayin edilmiştir. Bu yüzden Şeyhî, Osmanlı kaynaklarında, Osmanlı Devleti’nin ilk “Reisü’l Etibbâ”sı, yani hekimbaşısı olarak kaydedilir.

Sultan 2. Murad’ın 1421 yılında tahta geçişinden sonra, onu ziyaret için Edirne’ye giden Şeyhî’nin 2. Murad’ın emriyle Hüsrev ü Şîrîn mesnevisini tercümeye başladığı kaydedildiğine ve bunu müteakip Hüsrev ü Şîrin’den nazmettiği bin beyti 2. Murad’a teslim edip tekrar Germiyan’a döndüğü belirtildiğine göre Şeyhî’nin sarayda uzun müddet kalmamış olması lâzım gelir.
Şeyhî’nin ölüm tarihi, henüz kesinlik kazanmış değildir. Sehî Bey, Âşık Çelebi ve Kınalızâde Hasan Çelebi gibi tezkire müellifleri Şeyhî’nin vefatı hakkında sadece “Hüsrev ü Şîrin’i tamamlayamadan hayatı hitam buldu.” kanaatine yer verirler. Riyâzi ve Fâizi Tezkireleri de bu bilgilere ek olarak şâirin 2. Murad devrinde ölmüş olduğu malumatına değinirler. Çalışmalarının mühim bir bölümünü Şeyhî’ye hasretmiş olan Faruk Kadri Timurtaş, onun 1431 yılında ölmüş olabileceği ihtimali üzerinde durmuş ise de, yukarıda da görüldüğü üzere şâirin ölüm tarihi hakkında tezkirelerin rivayetleri muhteliftir.

Şeyhî’nin kabri Kütahya’da, Yoncalı yolu üzerinde, bir adı da Dumlupınar olan Çiftepınar köyündedir. 1961 senesinde kendisine plânı Oktay Aslanapa tarafından çizilen eski tarz mimarî üslûpta bir kabir inşa edilmiştir.

Şeyhî’nin mahlası hakkında fikir yürüten bir kısım kimseler, şâirin şeyh olabileceği yönünde açıklamalarda bulunuyorlarsa da, bu görüş ilim dünyasında pek itibar görmemiştir. Esasen tabiplik ve attarlık mesleğiyle iştigal edip, maişetini bu yolla kazanan Şeyhî’nin şeyh olması da akla uzak bir ihtimaldir. Faruk Kadri Timurtaş’a göre Şeyhî, Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri’ne ve onun halifelerinden olan Akşemseddin’e bağlılığı sebebiyle bu mahlası almış olsa gerektir. Üstelik Şeyhî, mutasavvıf bir şâir olmaktan ziyade, tasavvufa ait unsurlardan istifade yolunu seçen bir şâirdir. Kaldı ki bu, hemen hemen bütün divân şâirlerinde görülen bir hususiyettir.

Edebî Şahsiyeti
On dördüncü asrın sonu ile on beşinci asrın ilk yarısında yaşamış olan Şeyhî’nin, dönemin diğer şâirleri gibi İran mutasavvıflarının etkisinde kaldığını söylemek mümkündür. Bu durum İslâmiyet’i kabul eden Türkler arasında 19. ve 20. asırlardan itibaren tesirini artırarak devam eden bir cereyandır. Şeyhî’nin de eserlerinden yola çıkarak gittikçe genişleyen bu tasavvuf cereyanlarına yabancı kalmadığını söylemek mümkündür. Nitekim 14. ve 15. asırlarda Anadolu’da yetişen Türk şâirlerinin pek çoğunun eserleri tetkik edildiğinde, bu sanatkârların İran mutasavvıflarının kullandıkları remizlerle terennüm ettikleri açıkça görülür.

Bilindiği gibi önce tasavvufî nazariyeleri Senâi, Feridüddîn-i Attar tarzında açık ve kısmen remizsiz yazan Türk şâirleri, zamanla bu felsefî görüşü mecazî aşk ile karıştırmışlardır. Kemâl-i Hocendî, Selmân-ı Savecî, Hafız-ı Şirâzî gibi büyük şâirler tarafından kullanılan bu üslûp, muasırları gibi Şeyhî’yi de cezbetmiştir. Bunun tabiî neticesi olarak da İranlı şâirlerin elinde ince ve akıcı bir yapı kazanan tasavvuf, Şeyhî sayesinde bizim klâsik edebiyatımıza da girmiştir.

Birçok vadide eser vermiş olan Şeyhî’nin en ziyade muvaffak olduğu saha, şüphesiz şiir olmuştur. Özellikle divânı ve Hüsrev ü Şîrin tercümesi, hem Türk dili hem de Türk edebiyatı açısından üstün bir kıymet taşımaktadır. Onun şiir sahasındaki inceliklerini en bariz şeklinde gösteren eseri divânıdır. Muhtelif nazım şekilleriyle kaleme aldığı şiirlerini bir araya topladığı bu eserde, şâirin kullandığı bütün şekillere kolayca intibakı, oldukça dikkat çekmektedir. Bu husus, divân edebiyatının mahdut yapısı göz önünde bulundurulduğunda daha fazla önem kazanmaktadır. Üstelik Şeyhî nazım şekillerini ustaca kullanmakla kalmamış, en ince edebî sanatları, mazmunlarla birlikte başarılı bir şekilde kullanmıştır.

Şeyhî’nin bir diğer özelliği de Anadolu sahasında klâsik edebiyatı genel hatlarıyla ortaya koyan ilk şâirlerden olması hususiyetidir. Her ne kadar kendisinden önce bu vadide şiir söyleyenler olduysa da onun derecesinde güçlü bir olgunluk sergileyememişlerdir. Hattâ kendisinden ders okuduğu hocası Şâir Ahmedî dahi onun kadar incelikler ortaya koyamamıştır. Bunun en temel kanıtlarından birisi Şeyhî’nin Anadolu şâirleri arasında “Peşterîn-i Şûâra-yı Rûm” yahut “Şeyhü’ş-şûâra” olarak anılmasında saklıdır.

Şeyhî’nin dikkat çekici bir diğer yanı da şiirlerinde kullandığı vezinlerdir. Onun en çok kullandığı vezin “mefûlü / fâilâtü / mefâîlü / fâilün” gibi karışık vezinlerdir. Şiirlerinin büyük çoğunluğu bu vezinle yazmıştır. Sıkça kullandığı ikinci bir vezin ise “mefâilün / fâilâtün / mefâilün / feilün”dür. Şâirin vezinler hususundaki bu tercihi, özellikle devri dikkate alındığında ayrı bir önem kazanmaktadır. Zîrâ bu devirlerde daha çok basit vezinlere rağbet edildiği bilinen bir gerçektir. Şâirin monotonluktan uzak vezinleri seçmesi, onun âhenk yönünden de ince bir zevke sahip olduğunun en bariz göstergesidir. Bu durum aynı zamanda, mevcut dilin imkânlarını sonuna kadar zorlamayı göze almak anlamına da gelmektedir. Her ne kadar tezkireciler Şeyhî’nin gazel ve kasidede, mesnevide olduğu kadar başarılı olamadığı görüşündeyseler de, gazelleriyle mesnevileri arasında kıymet bakımından büyük bir fark olmadığı da bir gerçektir. Şeyhî için yöneltilen eleştirilerden bir diğeri de onun şiirinde İran şâirlerinden izler ve ilhamlar bulunması, bazen de bunların aynen benimsenmesi hususudur.

Bütün bu eleştiri ve tenkitlere rağmen klâsik şiirimizin kurucularından birisi olarak kabul edilen Şeyhî’nin şöhreti ve tesiri sonraki asırlarda da devam etmiştir. Nitekim ondan sonra gelen şâirler kendilerini Şeyhî ile mukâyese ihtiyacı hissetmişler ve ona ulaştıklarını yahut geçtiklerini söylerken onun üstatlığını tescil etmişlerdir.

Eserleri
Muhtelif kaynaklarda Şeyhî’ye atfedilen eserleri şu şekilde sıralamak mümkündür: Kenzü’l-Menâfi Fi Ahvâli’l-Emzîce Ve’t-Tebâyi, Divân, Harnâme, Hüsrev ü Şîrin, Neynâme, Hâbnâme.

A) Kenzü’l-Menâfi Fi Ahvâli’l-Emzice
Ve’t-Tebâyi
Bursalı Tahir, Osmanlı Müellifleri adlı eserinde Şeyhî’nin “Kenzü’l-Menâfi Fi Ahvâli’l-Emzice Ve’t-Tebâyi” adlı bir eserinin olduğunu bildirmekteyse de, bu malumat henüz kesinlik kazanmış değildir. Buna rağmen Şeyhî’ye ait olduğu varsayılan bu eser, Hasan Âli Yücel tarafından “Bir Türk Hekimi ve Tıbba Dair Manzum Bir Eseri” adıyla birkaç sayfalık da mukaddime eklenerek yayınlanmıştır.

Söz konusu eserin birisi İsmail Saib Hoca kitapları arasında, diğer ikisi de İstanbul Üniversitesi Kütüphanesinde olmak üzere toplam üç yazma nüshası olduğu bilinmektedir. Bu nüshalara göre eser, klâsik usûllere bağlı kalarak evvela tevhid, nat ve çihâr yâr-ı güzin ile başlayarak padişah medhiyeleri ile devam etmektedir. Sebeb-i telifin hemen arkasından gelen mesnevi nazım şekliyle yazılmış beş şiir hâriç tutulursa, eser 158 kıtadan meydana gelmektedir. Adı, nüshaların ikisinde “Nazmü’t-tabâyi” birinde “Kenzü’l-Menâfi” olarak gösterilen bu küçük risale, yiyecek, içecek ve giyeceklerden bahsetmektedir. Risalede her bir madde için bir kıta yazılmıştır. Bu kıtalarda ele alınan maddenin faydaları anlatılmış ve zararlarından nasıl korunulması gerektiği ifade edilmiştir. Eserin Hasan Ali Yücel tarafından yayımlanan nüshasında söz konusu maddelerle alâkalı örneklere yer verilmiştir.

Faruk Kadri Timurtaş, kitabın gerek üslûp, gerekse muhteva bakımından Şeyhî’ye ait olamayacağını, hattâ bunun imkânsız olduğunu ifade etmektedir. Timurtaş’a göre eserin dili, Şeyhî’ye ait olamayacak kadar eski ve Şeyhî’nin üslûbundan oldukça farklıdır. Yine aynı müellife göre eseri Şeyhî’ye bağlayamayacağımızı gösteren bir diğer delil de Şeyhî’nin göz hastalıkları mütehassısı olmasına rağmen, bu küçük risalede göze ve göz hastalıklarına dair bir tek mısraın bile geçmiyor oluşudur.

B) Divân
Muhtelif nazım şekillerinin yer aldığı bu eserde, tevhid, na’t, kaside ve gazeller geniş bir yer işgal eder. Orta hacimli bir divân olan bu eser, Anadolu sahasında gelişen klâsik edebiyatın temel taşlarından birini oluşturur. 1438 tarihinde istinsah edilen ve Millet Kütüphanesi Ali Emiri Kitapları arasında bulunan Şeyhî Divânı nüshası, Merhum Ali Nihat Tarlan hoca tarafından bir inceleme ile birlikte tıpkıbasım olarak 1946 yılında yayımlanmıştır.
Tarlan, eserin tıpkı basımını yayımlamakla kalmamış divânın hem tarama sözlüğünü hazırlamış hem de divânı edebi yönüyle incelemiştir. Divân, son olarak Mustafa İsen ve Cemal Kurnaz tarafından neşredilmiştir. Bu neşir içerisine Hüsrev ü Şîrin’de yer alan beş kaside, bir tercî-i bend ve yirmi altı gazel de alınmıştır. Buna göre divânda yirmi kaside, iki terkîb-i bend, üç tercî-i bend, iki müstezad ve iki yüz gazel bulunmaktadır.

C) Harnâme
Yüz yirmi altı beyitlik bir mesnevi olan bu eser, Anadolu sahasının en güzel hiciv örneklerinden birisi olarak kabul edilir. İnce bir sosyal tenkit ve temiz bir Türkçe örneği olan Harnâme, aynı zamanda hiciv ve mizâh edebiyatımızın bir şâheseridir. Şâir, aslında kendi başından geçen bir hâdiseyi teşhis yoluyla hayvanlarla temsil ederek, en mükemmel bir tarzda aksettirmeyi başarmış, bunun için de kuvvetli tasvirler kullanmıştır.

Harnâme’nin yazılış sebebi hakkında kaynaklarda verilen bilgilerin çeşitli ve birbirinden farklı oluşu dikkat çekmektedir. Sehî Bey ve Latîfi’ye göre, Şeyhî’yi takdir eden padişah 2. Murad, onu vezir yapmak ister. Şeyhî’yi çekemeyen kimseler, onun ancak Nizâmî’nin “Penc-Genc”i gibi beş mesnevi yazdıktan sonra bu makama gelmesinin uygun olacağını söylerler. Şeyhî bunun üzerine Nizâmî’nin Hüsrev ü Şîrin isimli mesnevisini tercümeye başlar. Çevirdiği bin beyti padişaha arz edince, padişah buna çok memnun olur ve ona çeşitli ihsanlarda bulunur. Şeyhî, aldığı ihsanlarla birlikte memleketine giderken, yolunu haramîler çevirir. Ne yapacağını bilemeyen Şeyhî, değil hediyeleri canını bile zor kurtarır. Bunun üzerine kendi hâline uygun olan Harnâme isimli eserini yazarak, padişaha gönderir.

Hasan Çelebi, Âşık Çelebi ve Âlî’ye göre ise, hastalanan Çelebi Mehmed’in iyileşmesine vesile olması üzerine kendisine Tokuzlu köyü tımar olarak verilir. Şeyhî de yeni tımarına giderken o köyün eski sahipleri tarafından yolu kesilerek bir güzel dövülür. Yolkesenler bununla da kalmayarak Şeyhî’nin nesi var nesi yoksa alır kaçarlar. Bunun üzerine Şeyhî, mezkur eserini yazarak padişaha arz eder.

Örneklerini verdiğimiz iki görüşten de anlaşılacağı üzere henüz eserin kime sunulduğu kesinlik kazanmış değildir. Lâkin bugün Sultan 2. Murad’a takdim edildiği kanaati ağırlık kazanmaktadır.
126 beyitten ibaret olup aruzun “feilâtün / mefâîlün / feilün” kalıbıyla yazılan Harnâme’de, kısa bir tevhid ve na’tten sonra, devrin padişahını öven 26 beyitlik bir kısım mevcuttur. Şeyhî bu eserindeki başarısını, büyük bir mesnevinin bütün kısımlarını, muayyen ölçülerle ve güzel bir şekilde yansıtmasına; aynı zamanda tasvirdeki kuvvetine borçludur. Ancak Harnâme’nin asıl değeri, satirik bir eser olması dolayısıyladır. Bu yönüyle Harnâme, Türk mizâh edebiyatının en önde gelen eserleri arasındadır. Sade ve akıcı diliyle Harnâme, asrının sade ve tabiî Türkçesini en iyi yansıtan eserlerdendir. Eser, Tahir Olgun ve Faruk Kadri Timurtaş tarafından yayınlanmıştır.

Ç) Hüsrev ü Şîrin
Şeyhî’nin Hüsrev ü Şîrin mesnevisine, Nizâmî’nin aynı adlı eseri kaynaklık etmiştir. Ancak Şeyhî, eserinin özellikle giriş bölümünü büyük oranda Nizâmî’den farklı şekilde kaleme almış ve kendi sanat kudretini gösterme çabasına girmiştir. Bunda da belirli ölçüde başarılı olmuştur. Buna rağmen şâir, mesnevisinin asıl bölümünü oluşturan hikâye kısmında, girişten farklı olarak genellikle Nizâmî’nin eserine bağlı kalmıştır. Bununla birlikte Şeyhî, esere önemli ölçüde çıkartma ve eklemeler yaparak mesneviye telif hüviyeti kazandırmayı başarmıştır. Eser Faruk Kadri Timurtaş tarafından yeni harflerle yayınlanmıştır.

Şeyhî’nin şâirlik kudretini gösterdiği bir mesnevi olan Hüsrev ü Şîrin, gerek şâirin yaşadığı zamana kadar yazılanlar arasında, gerekse kendisinden sonra kaleme alınmış olanlar arasında muteber bir yere sahiptir. Hattâ bir çok müellif, Şeyhî’nin Hüsrev ü Şîrin’ini, “Zamanımıza kadar yazılmış en güzel Hüsrev ü Şîrin mesnevisi” sıfatına layık görmüşlerdir.

Şeyhî’ye göre mesnevi yazmak, bir şehir inşa etmeye benzer. Gazel ise birkaç ev inşa etmek gibidir. Dolayısıyla şâirin asıl gücünü ispat edeceği eser mesnevidir. Şeyhî bu mesnevisiyle şiire vukufunu, şâirlikteki kudretini göstermeye çalışmış ve bunu başarmıştır. Hüsrev ü Şîrin mesnevisi genel kabule göre 1421–1439 yılları arsasında, Sultan 2. Murad adına yazılmıştır. 6944 beyitlik mesnevide, 775 beyitlik bir girişten sonra, on bir bölümlük ana hikâyeye yer verilmiştir.

Eserini hitama erdirmeye ömrü vefa etmeyen Şeyhî, Hüsrev ü Şirîn mesnevisini yarım bırakmış, bu sebeple Şeyhî’nin yeğeni Cemâli tarafından esere 109 beyitlik bir zeyl yazılmıştır. Esere yapılan son müdahale ise, Rûmi adlı bir şâir tarafından yapılan ve eserin son kısmını oluşturan “Şîruye Vakası”nın aynı vezinle tercüme edilerek metne eklenmesidir.

D) Neynâme
Şeyhî’nin Neynâme adlı bir eserinin olduğuna dâir rivayet sadece Osmanlı Müellifleri’nde mevcuttur. Bursalı Tahir, bu esere ait 1402 tarihli bir nüshasının Beşiktaş Yahya Efendi Kütüphanesi’nde bulunduğunu söylüyor ise de, bugün Süleymaniye Kütüphanesi’ne nakledilmiş olan kitaplar arasında böyle bir mesnevi yoktur. Belki de bir mecmua içinde bulunan Neynâme’yi hiçbir kaynak zikretmemiştir.

E) Hâbnâme
Şeyhî’nin Hâbnâme isimli bir eserinin olduğu malumatı da yine Osmanlı Müellifleri’nde yer alan bir bilgidir. Bursalı Tahir’e göre Şeyhî, Feridüddîn-i Attar’ın Hâbnâme adlı eserini nazmen tercüme etmiştir. Ve yine Osmanlı Müellifleri’ne göre eserin bir yazma nüshası Manisa Muradiye Kütüphanesi’nde bulunmaktadır. Lâkin bugün yapılan bütün araştırmalara rağmen Şeyhî’ye ait böyle bir eserin mevcudiyeti kesinlik kazanmış değildir.

Kaynak: Yagmur Dergisi – Ahmet Ali ÖZER

Kaynaklar
ALİ NİHAT, “Şeyhi’nin Dili Hakkında”, Türkiyat Mecmuası, S. 4, s. 49–61, İstanbul 1934.
ATMACA, Ruşen, Şeyhi’nin Hayatı, Yayımlanmamış Lisans Tezi, Uludağ Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, 1994.
BURSALI MEHMET TAHİR, Osmanlı Müellifleri, [haz.] İsmail Özen, Meral Yayıncılık, İstanbul 1975.
ÇULHAOĞLU, Gülşen, “Şeyhi’nin Hüsrev ü Şirin Mesnevisindeki Aşk İlişkileri”, Doğu-Batı, c. 7, s. 151–176, Ankara 2004.
ESİR, Hasan Ali, “Şeyhi Divanı’nda Geçen Yiyecek ve İçecek Adları Üzerine”, A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, [Zeki Başar Özel Sayısı], c. 12, s. 95-116, Erz. 2006.
İSEN, Mustafa, Latifi Tezkiresi, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1990.
İSEN, Mustafa, Sehî Bey Tezkiresi “Heşt-Behişt”, İstanbul 1980.
SUNGUR, Necati, “Divan Şairlerinin Birbirlerine Yönelik Tenkitlerinin İlk Örneklerinden Biri: Cafer Çelebi’nin Şeyhi ve Ahmed Paşa’yı Tenkidi”, Bilig: Türk Dünyası Sosyal Bilimler Dergisi, S. 17, s. 71–79, Ankara 2001.
Şeyhi Divanı / Yusuf Sinan Şeyhi, [Haz.] Cemal Kurnaz, Mustafa İsen, Akçağ Yayınları, Ankara 1990.
TARLAN, Ali Nihat, Divan-ı Şeyhi, Tarama Sözlüğü ve Nüsha Farkları, TDK, Ankara 1942.
TARLAN, Ali Nihat, Şeyhi Divanı’nı Tetkik / Yusuf Sinan Şeyhi, İstanbul 1934.
TARLAN, Ali Nihat, Şeyhi Divanını Tetkik, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul 1964.
Tezkirelere Göre Divan Edebiyatı İsimler Sözlüğü, [haz.] Haluk İpekten, Mustafa İsen, Recep Toparlı, Naci Okçu, Turgut Karabey, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara 1988.
TİMURTAŞ, Faruk Kadri, Şeyhi ve Hüsrev ü Şirin’i: İnceleme – Metin, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul 1980.
TİMURTAŞ, Faruk Kadri, Şeyhi: Hayatı ve Eserleri, İstanbul Üniversitesi Yayınları, İstanbul 1982.
TİMURTAŞ, Faruk Kadri, Şeyhi ve Çağdaşlarının Eserleri Üzerinde Gramer Araştırmaları, İstanbul 1958.
TİMURTAŞ, Faruk Kadri, Şeyhi’nin Eserleri, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, c. 11, s. 99–108, İstanbul 1961.
TOLASA, Harun, Sehî, Latifî ve Aşık Çelebi Tezkirelerine Göre 16. Yüzyılda Edebiyat Araştırma ve Eleştirisi, İzmir 1983.
ULUOCAK, Fatma, Şeyhi Divanı’ndaki Tevhid ve Na’tlarda Bulunan Manevî Unsurlar, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, İslâm Tarihi ve Sanatları Anabilim Dalı, İstanbul 1994.
OLGUN, Tahir, Germiyanlı Şeyhi ve Harnamesi, Yeşil Giresun Matbaası, Giresun 1951.
Share/Bookmark
Önceki Sayılarımız

Kasım – Aralık 2014 Kasım – Aralık 2014 75. Sayı
Eylül – Ekim 2014 Eylül – Ekim 2014 74. Sayı
Temmuz – Ağustos 2014 Temmuz – Ağustos 2014 73. Sayı
Mayıs – Haziran 2014 Mayıs – Haziran 2014 72. Sayı
Mart – Nisan 2014 Mart – Nisan 2014 71. Sayı
Ocak – Şubat 2014 Ocak – Şubat 2014 70. Sayı
Kasım – Aralık 2013 Kasım – Aralık 2013 69. Sayı
Eylül – Ekim 2013 Eylül – Ekim 2013 68. Sayı

1
2
3
4
5

Ekim – Kasım – Aralık 2009 – Sayı : 45
45 Ekim – Kasım – Aralık 2009

Abonelik (Online)
Haber Üyeliği
Bağlantılar
Künyemiz

Yagmur Dil Kültür ve Edebiyat Dergisi Hikâye Yarışması

Duyuru :
Hikaye Yarışması Sonuçları

Online Satış image description

image description
Twitter Facebook Youtube

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.

Yorum Yaz